Tarih Ne İşe Yarar?

Bu yazı daha önce Prof.Dr. Nevzat Çevik’in, Buğday Tanesi isimli kitabında yayınlanmıştır.

İnsanlığı ve ideal bilimi savunduğu için Naziler tarafından kurşuna dizilen ünlü tarihçi Marc Bloch’un, ölümünden sonra Febvre tarafından yayınlanan “Tarihin Savunusu” adlı başyapıtı,  “Baba tarih ne işe yarar bana açıklasana” diyen bir çocuğun sorusuyla başlar. Cevabı oldukça uzundur. Çünkü bu sorunun yanıtlarını içeren nedenler çoktur.

Herkes bunu sorar. Sormayanların da büyük bir kısmı ya önemsiz olduğuna iman etmiştir ya da “olur a belki bir önemi vardır” diye önemsemediğini açık etmez. Ama her yaptıklarıyla tarihin içinde yaşayıp onun parçası olduklarını ve tarihe göre davrandıklarını unuturlar. Öyle ya, madem geride kalmıştır zaman, nasıl bir önemi olabilir ki? Peki nasıl olur da eskiye gittikçe, derinleştikçe katsayısı artan bir önem kazanır. Arkeologları ”En erkeni/eskiyi buldum” diye havalara zıplatan nedir? Neden evelki gün dünden kıymetli olsun ki?

Ekmek gibi, su gibi değildir ki; yenilmez içilmez tarih. Ama yenilen her ekmeğin, içilen her suyun tarihte izi vardır. Her yaşanan an tarih olmaya ve öncekine eklenmeye devam etse de, olmazsa ölünmezler listesinden çıkamamıştır. Eskiden yaşanmışları bilsek ne olur? Nihayetinde “geçmiş, geçmişte kalmıştır”. “Geçmişin tarihini oluşturanlar çoktan ölmüştür. Kaldı ki dünya hergün değişmiştir ve değişmektedir. O gün at üstünde yaşanan tarihi, bugün tankla yaşayacak değiliz ya”; “inanılmaz bir hızla yayılan ve güçlenen sosyal medya savaşların mecrasını ve araçlarını değiştirmişken, biz geçmişin iletişimsizliğinden mi örnek alacağız” diye de sürer de gider.

Neden, Ermeniler köklerini Urartular’a bağlamak istiyor? Neden Hitler, bir dünya imparatorluğu kurma hayalinin peşinde giderken Nurnberg’de, antik Roma’nın benzeri yeni bir başkent yaratmak istiyordu?

Peki tarih bunca önemsizse, neden, Fatih Sultan Mehmet, derin bir tarih bilinciyle, “Troyalılar’ın öcünü aldık” diyor. Saray tarihçisi olan İmrozlu Kristovulos’un anlattığına göre, II. Mehmet: “Harabeleri ve eski Troya kentinin kalıntılarını gezerek inceledi. Akhilleus ve Ajaks gibi kahramanların mezarları hakkında da bilgi aldı. Anılarını ve kahramanlıklarını saygıyla andı ve bu yüce anıyı yaşatan Homeros gibi şairleri bulunduğu için mutlu olduklarını düşündü”. Ve, “Tanrı bunca yıl sonra da olsa bu şehrin ve sakinlerinin öcünü almayı bana bahşetti…, o zaman ve daha sonraki yıllarda biz Asyalılara yapılan haksızlık benim gayretlerimle telafi oldu” demiştir.

Mustafa Kemal Atatürk Çanakkale savaşını kazandıktan sonra, tıpkı Fatih gibi, “Hektor’un intikamını aldık” diyerek yine o engin tarih bilinciyle çok erkenlere referans vermiştir. Madem “tarih işe yaramazsa”, Atatürk neden bankanın adını bile “Etibank” koyuyor ve ekonomik sıkıntılara rağmen müzeler açıp, kazılar yaptırıyor. 28 Nisan 1930 tarihinde, Atatürk’ün doğrudan direktifleriyle, Âfet İnan tarafındanTürk Tarih Kurumu’nun kuruluş önergesi veriliyor. Söylev’de sık sık tarihi referanslara dayanan açıklamalar yapıyor: “İnsanların meşgul olduğu bütün mesâil, maruz kaldığı bilcümle mehâlik, istihsâl ettiği muvaffakiyetler, maşerî, umumî bir mücadelenin dalgaları içinden tevellüt edegelmiştir”.

Cumhurbaşkanımız Erdoğan, Atatürk Orman Çiftliği’ne yapılan Cumhurbaşkanlığı Köşkü için, “Türkiye artık eski Türkiye değil. Mimari olarak Ankara bir Selçuklu başkenti mesajı vermemiz lazımdı. Binanın iç mimarisinde Osmanlı motiflerine dikkat ettik” demişti. Her ne kadar Ankara “Selçuklu Başkenti” olmasa da amaç tamamen tarihsel güçlerle buluşmak, görkemli erken günlerle yeni bir köprü oluşturmaktı. Bu gücün herkes farkındaydı.

Neden Başbakanımız Davutoğlu, “Osmanlı’yı ihya edeceğini” söylüyor.  Neden “Yeni Türkiye” derken hep geriye doğru, ama en güçlü kısmı olan Osmanlı’ya referanslar veriliyor. Kökler, bir ağacı ayakta tutan asıl güçtür de ondan. Ne kadar sürgün verirse ve ne kadar derindeyse kökler, beden o kadar beslenir de ondan. Üstelik tarih, sadece bin yıl ya da yüz yıl öncesi değildir: 2013 olarak isim koyduğumuz geçen yıl da artık tarihtir. Bugün düne; dün binlerce yıl önceye bağlanır. Zaman bir yerinden kesilen bir süreç değildir: başını ve sonunu bilmediğimiz uzun, çok uzun bir zincirdir. Tarih de öyle: Tarihin, zamandan farkı, hep değişmesidir. Yazısız zamanlara ait tarihin uzunluğu ise sadece arkeolojinin objelere dayanarak kısmen bildirdiği aciz ve zorlu bir derinliktir. Ama objelere dayalı somutlanmış tarihin keyfi de vardır. Gerçeği yansıtan objelerden tarihi icad etmek, nasıl yazıldığı ve ne kadarının doğru olduğunu bilmediğimiz yazılı tarihe göre daha zordur. Büyük İskender’in yanındaki tarihçiler veya Osmanlı Sarayı’nda görevli vak’a-nüvisler hangi cesaretle ne kadar gerçeği yazabildiler ki, tüm yazılanları doğru ve tam kabul edelim.

Şimdi hem yazarken hem de TV’de bir tartışma dinlerken, tam da bu konunun örneklendiğini duyuyorum: “Müslümanlar, Kürtler, Aleviler ve daha niceleri neler çektiler...” diye uzayıp gidiyor. İşte tarih bu. Sürekli geçmişle hesaplaşma, asla kapanmayacak bir alacak davası, asla terkedilmeyecek bir güç kaynağı gibi. Yarının tüm politik, siyasi programlarını biçimlendirmeye ve başkalarına karşı üstün kılmaya altlık olarak tarihi kullanmak. Ama bu tavır, tarihin ancak kavga getiren boyutu olabilir. Oysa tarihte tersi de çok yaşanmıştır: Tarih birbirine iyilik yapan toplumlarla da doludur. Ama bu pek de kullanılmaz ve tarihin barış getirecek yanı hep dışlanır. Yani hep klişe olarak kullanılan “tarih, geçmişten ders almak içindir” sözü sadece lafta kalır. Tarihten ders alan görülmemiştir. Görülseydi barış çoktan gelmiş olurdu.Bir savaşın sonucuna bakanlar, kaybedenin acıklı halinden çok, kazananın görkemli kazançlarından kaynaklanan dayanılmaz cazibeyi görmekte ve aynısını isteyerek tarihin sadece işine gelen bu kısmından ders almaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle ve ne yazık ki “Tarih tekerrürden ibarettir”.

Dedesinin resmini duvara asan, ya da hiç tanımadığı büyük büyük annesinin küpesini gözü gibi saklayan birine ne dersiniz? Özellikle soylu kökenleri olanlar herkesten farklı olduklarını düşünür ve sürekli hatırlatırlar. Yani, “ben gördüğünüz gibi değilim, güçlü bir geçmişim var, sizden farklıyım. Bana saygı gösterin” demek istemektedirler: Tıpkı devletler ve uluslar gibi. Çünkü, kimse “geçmişi olmayan zayıf biri” olmayı istemez. Ernst Renan,”insanların araştırmaya en değer konuları kökenleridir” der. Aynı zamanda “hiç kimse tarihi değiştirmeden yazamaz” diyerek aslında okuduğumuz tarihin ne denli yanlış olabileceğini de hatırlatır. Her tartışmada geçmişi hatırlatıp, içinden istediklerimizi seçip modern iddialar yarattığımız ve istediğimiz formda hep yeniden icad edip ürettiğimiz tarihe/geçmişe ne kadar güvenebiliriz ki?

Durkheim sosyoloji okulunun tarihe yer vermeyen üyelerinin işine gelmese de, tarih çok işe yarar: Sizi farklı ve anlamlı kılar. Özgün geçmişi ve hikayesi olan köklü birine dönüştürür. Saygın ve güçlü kılar. Amabaşınıza dert de açabilir. Çünkü tarihinizin hesabı da nihayetinde son üyesine sorulur. Atatürk, Gandi, Roosvelt gibi tarihi yapan güçlü liderler mücadelelerindeki gücü tarihten almış ve tarih yazımına büyük önem vermiş, görüş ve uygulamalarını böyle meşru kılmışlardır. Meşruiyet bu örneklerde doğru çalışmışsa da, Hitler gibi örneklerde ise tehlikeli bir silaha dönüşmüştür. Geleceği öngören herhangi bir düşünce, kaynağını geçmişten almaktadır. Ortak bir siyasi, ideolojik görüşte buluşanlar, destekçi bulmak için tarihe sığınmışlardır. Kişiler, kimlik duygusuna varabilmek; kültürel mirastaki paylarını anlayabilmek; yurtseverlik duygusuyla aşılanabilmek; farklı kültür ve halklara karşı saygıyı öğrenebilmek; uygarlığın gökyüzünden zembille hazır inmediğini anlamak ve bugünün anlaşılmasına yardımcı bulabilmek gibi birçok nedenle tarihe sığınmışlardır.

Sevindirici olan son yıllarda hızlı bir ivmeyle yükselen tarih ilgisidir. Kişiler, aile tarihini; kurumlar, kurumsal tarihini ve devletler varoluş tarihlerini araştırmaya ve öne çıkarmaya çalışmaktalar. Tarih bir tanedir: Ama her zaman tarafları vardır ve dolayısıyla ortağı çoktur. Bu ilgi, zamanla sınırsız bir sahiplenme ve paylaşım savaşına da dönüşmüştür. Artık iyice bilinmektedir ki, asıl savaş kültür ve tarih meydanlarında kazanılmaktadır.

Tarihin ne işe yaradığını anlamak için, bir an için sizin ve devletinizin tarihsel geçmişe sahip olmadığını düşünün. Bütün kökleriniz, dikey ve yanal bağlantılarınız, geçmişiyle birlikte tüm ilişkileriniz: aileniz, sülaleniz, entellektüel geçmiş merakınız ve muhteşem bir ilgi alanınız hepten kaybolacaktır. Dünya halklarının ortak hafızası ve bugün olmayan eski bağlantıları da kaybolacaktır. Büyük bir “yok”la, “hiç”le yüzleşeceksiniz. Artık evlilik yıldönümü, doğum günü, ataların periyodik mezar ziyareti gibi tarihe/geçmişe bağlı anmalarınıza da gerek kalmayacak. Hatta, kaç yaşında olduğunuz bilgisini de tarihe iade edebilirsiniz. Elbette ekmek ve su değildir tarih ama o olmazsa siz de olmazsınız ve her gün yeniden doğmak zorunda kalırsınız.

Buğday Tanesi’nde Birbirinden Farklı Konular İçeren Yazıları Okuyarak Güzel Bir Yolculuğa Çıkabilirsiniz! Satın Almak İçin Görsele Tıklayınız.

Total
12
Shares
2 comments
Bir cevap yazın

Benzer İçerikler