Bizans İmparatorluğu, Doğu Roma İmparatorluğu olarak bilinmektedir. ‘’Bizans’’ adı Doğu Roma İmparatorluğu’nu belirtmek için 19. yüzyıldan itibaren modern tarihçiler tarafından kullanılmaktadır.
Tarih sahnesine büyük bir imparatorluğun devamı olarak çıkan Bizans imparatorluğu, İmparator I. Konstantinus’un M.S 324-330 yılları arasında başkentini Roma’dan doğuya (Byzans/İstanbul) taşımasıyla kurulmuştur. Başkentin doğuya alınmasıyla surlarla çevrilen kent, kısa zamanda bayındırlık faaliyetleriyle yükselmeye başlamış ve imparatorun ismini taşıyan halini almıştır; Konstantinopolis (İstanbul).
Bizans İmparatorluğu’nun çeşitli kültür izlerini taşıyan, farklı ülkeleri içine alan coğrafi konumu ve Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesi Bizans mimarisine yeni unsurların girmesine yol açmıştır. Yerleşmiş olduğu coğrafyanın da etkisiyle Bizans mimarisinin ve sanatının kökü; eski yunan kültüründen kaynaklanan, Roma ve Doğu’nun kültür izlerini taşıyan bir mimariden ve sanat anlayışından doğmuştur. İ.S 4. yüzyılda I. Konstantinus döneminde Hıristiyanlığın serbest bir din haline gelmesiyle ülkenin her yerinde kiliseler, kentin merkezini oluşturacak şekilde yapılmaya başlanmıştır. I. Konstantinus ile başlayan Bizans’a özgü mimariyi diğer Bizans imparatorları devam ettirmiştir, ki bunun en parlak örnekleri I. Justinianus döneminde karşımıza çıkar.
Doğu-Batı arasında yer alan Bizans, batılı köklerden doğmuş ve sonrasında doğulaşmış bir uygarlıktır. Çalışmamıza; kent tanıtımından başlayarak Doğu Roma İmparatorluğu’nun kent tasarım anlayışını işleyip, bu kentleri tek tek ele alarak, karşılaştırma ve değerlendirme, sonuç kısmı ile bitireceğiz. İyi okumalar.
De profundis
Kent Nedir?
Erken Türkçede ‘’kend’’ biçiminde söylenen sözcük bazı durumlarda her tür yerleşme birimi anlamına gelmekteyse de çok kere belirli ölçütleri içeren büyük kasaba ya da şehir karşılığı olarak kullanılmaktadır. Günümüz Türkçesinde hem ‘kent’ hem de ‘şehir’ sözcükleri kullanılıyorsa da birincinin kökeni Türkçe ikincinin Farsça olduğu için ‘kent’ sözcüğü yeğlenmektedir. Arap dilinde ‘medine’ ile karşılanan kentin Batı dillerindeki karşılığı; Latince ‘civis’ (vatandaşlık), ‘civitas’ (kendi kendini yöneten kent-devlet) ve ‘civitatem’ (devlet) sözcüklerinden kaynaklanmaktadır.
İngilizce city, Fransızca cite, İtalyanca citta, Almanca stadt sözcükleri daha çok yönetsel ve siyasal anlam taşır. Yönetsel örgüt birimi anlamına gelen kent karşılığı olarak Latincede daha sonraları ‘urb’ sözcüğü kullanılmaya başlanmış ve bu kökten İngilizceye geçmiş olan ‘urban’ ve Fransızca ‘urbain’ kent karakterinde olan yerleşmeleri tanımlayan niteleme sıfatı olarak kullanılmıştır. Yine Latince ‘civis’ kökünden üretilen ‘civilis’ sözcüğü İngilizce ve Fransızcaya ‘civil’ olarak girmiş, giderek İngilizce ‘civilization’ ve Fransızca ‘civilisation’ ‘uygarlık’ anlamında kullanılır olmuştur. Kentle uygarlık arasındaki bu etimolojik ilişki, bazı kentler için yadırganacak bir durumdur. Kent kavramı soyut olarak şöyle tanımlanabilir: Kent, kentsel yaşamın oluşturduğu ve insan yapısı çevrenin doğal çevreye egemen kılındığı bir ortamdır. Bundan başka kenti, halkının büyük çoğunluğunu tarım dışı işlerle uğraşan insanların oluşturduğu demografik, ekonomik ve sosyolojik bir yerleşme olarak da tanımlamak mümkündür.
Bizans Kentleri Genel Tipolojisi
Bizans Dönemi Anadolu kentleri üzerine ayrıntılı bir çalışma yapılmamıştır. Bugüne kadar yapılan çalışmalar gerek bölge, gerekse zaman sınırlaması getirmesi nedeniyle bütünü değerlendirmeden uzaktır. Ayrıca yapılan bu çalışmalara rağmen arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan Bizans Dönemi’ne ait kentler, ya yok farz edilerek tahrip edilmiş ya da konusunun uzmanlarınca yeterince araştırılmamıştır. Bu gibi sebeplerden dolayı, erken dönem Anadolu’sunda Bizans Dönemi kentleri hakkında fazla bilgi sahibi olunamamaktadır.
Bizans İmparatorluğu’nun Türklerden önce Anadolu şehirleri üzerinde tam bir hakimiyetinin olduğunu söylemek zordur. Bizans’ın özellikle X. yüzyıldan itibaren kendi iç çekişmeleri sonucunda, şehirlerin idarecileri tarafından bağımsız bir biçimde yönetildiğini görüyoruz.
Aphrodisias, Knidus, Miletus ve Piriene gibi Helenistik ve Roma dönemlerinin önemli merkezlerinin yanı sıra özellikle kıyı kesimlerinde Erken Bizans döneminde irili ufaklı yeni yerleşim yerleri kurulmuş ve bunların birçoğu, daha önceden mevcut olan yerleşimlerle birlikte, piskoposluk merkezi haline gelmiştir. Buna karşılık yazılı kaynaklar, özellikle de Geç Antik ve Bizans dönemlerinin kaynakları bu kentlerden fazla bahsetmemektedir. Procopius’un de Aedificiis adlı eserine bakacak olursak, Iasos ve neredeyse tüm Karya bölgesi İmparator Iustinianus’un (527-565) kapsamlı yapı programına sanki hiç dahil edilmemiş gibi gözükmektedir. Nitekim adı geçen eserde Antik dönemin önemli merkezlerine bile kısaca değinilmektedir. Örneğin Miletus’dan yalnıza Isidorus’un doğduğu kent, Halicarnassus’dan ise Herodotus’un doğummyeri olarak bahsedilmekte, Karya’nın dini başkenti olan ve daha sonra Stauropolis adını alan Aphrodisias kentine ise hiç değinilmemektedir. Tarihi kaynakların sessizliğine rağmen arkeolojik veriler Karya’da, özellikle V. ve VI. yüzyıllarda, yoğun bir yapı faaliyetine işaret etmektedir.
Hristiyan İnancının Bizans Kentleri Üzerindeki Etkisi
Anadolu’nun en erken Hıristiyanlaşmış bölgeler arasında olması, coğrafi konumu kadar sahip olduğu kent kültürü ile de ilişkilidir. Kudüs ile Roma arasında bulunan kara ve deniz yolu üzerinde olması nedeniyle, havariler Pavlos, Lukas ve Iohannes Anadolu kentlerini ziyaret etmişlerdir. Anadolu’da çok sayıda kent bulunması ve Hıristiyanlığın erken dönemde kentlerde örgütlenmesi, bölgenin Hıristiyanlaşmasını çabuklaştırmıştır. Öte yandan, Hıristiyan dininin yayılımı sürecinde yüklendikleri roller nedeniyle bugün Hıristiyanlık merkezi olarak tanımladığımız Efes, Antakya, Tarsus gibi kentler Antik dünya için de önemi olan merkezlerdir. Bu kentler, uzun süreli bir pagan geçmişin ve gene pagan temelli antik kültürün etkisiyle biçimlenmişlerdir. Ancak, Hıristiyanlığın, kendisini çok tanrılı dine karşıt olarak ortaya koyması nedeniyle, önemli çoğunluğu pagan dinin gelenekleri tarafından biçimlenmiş kent yaşamını ve onun kurumlarını yadsıması doğaldır. Hıristiyanlığın resmi din olması ile, Antik dünya düzeninin, doğası oldukça farklı olan Hıristiyan gelenekleri ve kurumları ile yer değiştirmesi süreci başlamış; bu süreç kentlerin fiziki yapısına da yansıyarak, önemli değişimlere yol açmıştır. Değişimin, Roma İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşulların da etkisi altında geliştiği yadsınamasa da; bu süreç Hıristiyan dininin kendi kültürüne uygun yeni bir fiziki çevre yaratması ile sonuçlanmıştır. Örneğin, yeni bir
yapı tipi olarak ortaya çıkan kilisenin bu yeni fiziksel çevrenin oluşmasında önemli bir rolü vardır. Pagan dinde ritüeller büyük çoğunlukla açık alanda yer alırken, Hıristiyanlık, kilisenin dışa kapalı ortamını kullanmıştır. Ayrıca, kilise yapılarının, kent siluetine getirdiklerinin yanı sıra, yeni bir çekim öğesi olarak da kentin işlevsel dokusunu değiştirmeleri de diğer önemli bir mekansal sonuçtur. Öte yandan, Hıristiyanlığın dünya ve ahlak görüşü de zaman içinde kent yaşamına ve kentin fiziki yapısında değişimlere neden olmuştur.
Bu nedenlerle önemli sayıda Anadolu kenti Hıristiyanlık tarihi için önem taşımaktadır. Bu kentleri üç grupta toplayabiliriz:
İlk grubu İncil’de adı geçen kentler oluşturur: Paulus’un yolculukları sırasında uğradığı Antiochia, Seleucia Priea, Tarsus, Antioch Psidia, İconium, Lystra, Derbe, Attalia, Perge, Myra, Patara, Cnidus, Miletus, Trogillium, Adramytium, Assos, Alexandria Troas, mektuplarda halkına seslendiği Colossae, Hierapolis, ve Johannes İncil’inde bahsedilen Asia eyaletinin yedi kilisesini içeren Smyrna, Pergamum, Thyatira, Sardis, Philadephia, Laodicea, Efes kentleri.
İkinci grup kentler H. Tecla’nın hayatını geçirdiği Seleucia İsauria/Silifke gibi azizlerin ya da martirlerin hayatları ile bağlantılı olan kentlerdir.
Üçüncü grup ise Hıristiyanlığın kabulunden sonra azizlerin ya da kilise babalarının yaşaması nedeniyle Hıristiyan dünyası için önem kazanan Aziz Basil ve Aziz Gregory’nin kenti Caesarea Mazaca, ya da Nyssa gibi kentlerdir. Anadolu kentlerinin bazıları birden fazla grup içinde sayılabilir. Bunlara Meryem, Johannes ve Yedi Uyurlar’a ev sahipliği yapan Efes, Aziz Polykapus’un memleketi Smyrna ve Aziz Philippos’un mezarının bulunduğu Hierapolis kentleri örnek olarak verilebilir. Bunların yanı sıra ilk konsilin toplandığı İznik/Nicaea ve doğu kilisesinin merkezi olan İstanbul/Constantinopolis kentleri de Anadolu’da bulunan Hıristiyanlık merkezleri arasında sayılabilir. Bu kentler, büyük coğunluğunun tarihi İ.Ö. 10 yüzyıla kadar takip edilebilen Antik dönem Anadolu kentleri arasındadır. Özellikle İ.Ö. 4. yüzyıldan sonra Helen kültürü Anadolu kentlerin biçimlenişinde etkili olmaya başlar. Hristiyanlığın yayılmaya başladığı 1. Yüzyıla gelindiğinde Anadolu Roma İmparatorluğu’nun bir parçası olmasına rağmen kentler Helen yapılarını sürdürmeye devam etmektedirler. Kabaca İ.Ö. 6 – İ.S. 4 yüzyıllarla sınırlayabileceğimiz Antik dönem içinde Anadolu kentleri Yunanca konuşulan, çok tanrılı din ve mitoloji kökenli kurumlarca düzenlenmiş bir kent hayatı sürdüren ve halkı kendilerini Helen olarak tanımlayan yerleşimlerdir. Kentli olma bilinci, bir kent yurttaşı olmanın gururu bu kent hayatının devamlılığını sağlamanın yanı sıra, Roma İmparatorluğu’nun da desteği ile, Anadolu kentlerine bugün bile hala gözleyebildiğimiz görkemli yapıyı sağlamıştır.
Kent Yapısı
Bir Bizans kentinden gerçek anlamda mimari bir toplulukmuş gibi söz etmenin mümkün olup olmadığı sorgulanabilir. Birçok örnekte bir Bizans kenti (6. ya da 7. yüzyıllara kadar geri giden bir tarihten bahsediyoruz) aslında Helenistik dönemde hatta daha bile önceleri kurulmuş olan bir Roma kentinin devamından başka bir şey değildir.
Roma İmparatorluk Dönemi’nde oluşturulmuş kentlerin yapısına Geç Antik Çağ’da dokunulmamış, caddeler, meydanlar ve konut bölgeleri eskisi gibi varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Roma İmparatorluğu’ndan kalma tiyatro, amfi tiyatro, pazar meydanları, hamam vb. halka açık yapılar genelde onarılmış ve yeniden kullanılmaya devam edilmiştir. Bu dönemde yeni yapıların inşası, var olan yapılardaki değişimler genelde eskiye bağlı olarak yapılmıştır.
Yunan ve Roma Dönemleri’nde olduğu gibi bu dönemde de şehirler yüksek bir arazi üzerine kurulmuş ve merkezde yer alan meydanlar yuvarlak planla oluşturulmuştur. Kiliseler genellikle önemli meydanlara yapılmıştır. Bizanslılar şehircilikte en önemli ayrıntı olan hipodrom geleneğini unutmamışlar ve şehirlerde bu geleneği devam ettirmişlerdir. Hipodromda sadece at ve araba yarışları yapılmamış bunun yanı sıra eğlenceler de düzenlenmiştir. Bu dönemde tiyatro mekânları ortadan kalkmış, yerini hipodroma bırakmıştır. Hem savunma hem de yeni bir Bizans mimari özelliği olarak şehrin etrafı surlarla çevrilmiştir. Kıyı şehirlerinde liman bulunmakta ve mutlaka şehrin içinde esnaf sanatkârların belirli bölgeleri, teşkilatı ve nizamnameleri yer almaktaydı.
Bizans şehirlerinin planlı bir strüktüre sahip olmadıkları açıktır. Bizans öncesinde Anadolu şehirleri düzgün planlı, hatta planlama ilkeleri de olan şehirlerdi. Bizans hakimiyeti ile birlikte şehirlerdeki planlı gelişim de ortadan kalkmış, hatta geçmişin planlı şehirleri de gittikçe plan düzenlemelerini kaybetmiştir. Başkent İstanbul’da dahi plansızlığın hakim oluşu, idarecileri harekete geçirip bir yapı nizamnamesinin düzenlenmesini sağlamıştır. Ancak bu nizamnameye rağmen düzenli bir gelişim şeması uygulanmamıştır. Helenistik ve Roma şehirlerinin önemli bir unsuru olan tiyatro, Bizans Dönemi’nde özelliklerini kaybetmesi sonucunda giderek ortadan kalkmıştır. Bu devrin tiyatrolarında oyunların kalitesiz olması, şehir dokularından tiyatroların çıkmasına neden olmuştur. Tiyatroya karşılık şehirlerde bazı stadionların varlıklarını koruduğu ve bunların sonraları hipodroma dönüştükleri bilinmektedir. İstanbul Sultan Ahmet At Meydanı, öncesi hipodrom olan bir alandı.
Bizans şehirlerinde açık pazar olan agoralar, Roma ve Helenistik Dönem’in karakterini kısa bir süre devam ettirmiştir. Bu alanlar pazar yeri şeklinde görülmekle birlikte, adliye ve belediye binaları ile çevrilerek, siyasi ve sosyal içerikli toplantıların düzenlendiği yer haline getirilmiştir. Ancak agoraların zamanla ticari fonksiyonları daha ağır basmıştır. Anadolu’nun fethi sırasında, şehirlerde agora ve forumlar bulunmuyordu. Hatta XIII. yüzyılda İstanbul’da da artık ticaretin agoralarda yapılmadığı, mekan değiştirerek, hanlara kaydığını görüyoruz.
Bizans şehirlerinde dikkati çeken bir diğer nokta da, topografik yerleşimin niteliğidir. Özellikle de iç kesimlerdeki şehirler, akropollere doğru çekilmişler ve etrafları kuvvetli sur duvarları ile çevrilmiştir. Ancak Bizans öncesinde şehirler akropollerin dışında tepelerin eteklerine doğru bir yerleşime sahiptir. Bizans Dönemi’nde ise bu gelişim tersine yönelerek, şehirler bir anlamda surların çevrelediği kendi kabukları içine çekilmiştir. Özellikle İran ve Arap akınları sırasında şehirlerin sur duvarları sağlamlaştırılmış ve yerleşim tamamen sur duvarlarının içine girmiştir. VII. yüzyıldan itibaren İstanbul’un surlarının da kuvvetli bir biçimde tahkim edilmesi, Arapların şehri almalarını önlemiştir. Surların içinde bazen dış surlara bitişik olarak bir iç kale de inşa edilmiştir. Bazı şehirlerde ise savunmanın kolay olduğu tepelerde, küçük kastronlar inşa edilmiş, zamanla buralar şehir halini almıştır. Bizans Dönemi’nde Kayseri’nin Erciyes dağı eteklerinde geliştiği ve tepeleri çevreleyen geniş bir sur içine alındığı bilinmektedir.Bizans kenti için genel bir tipoloji değerlendirmesi Tanyeli tarafından yapılmıştır. Genel değerlendirme açısından bazı şehirler, bu değerlendirme içerisine girerse de, bazı şehirlerin belirtilen iki modele de uymadıkları görülmektedir.
Tanyeli, Anadolu coğrafyasındaki Bizans kentini iki modele oturtur. İlk modeli “Çok parçalı kent modeli” olarak tanımlar. Bu tip kentler antik bir yerleşme alanının üzerinde konumlanan, küçük ve birbirinden kopuk yerleşme nüvelerinden oluşmaktadır. Bu yerleşme nüvelerinin küçük mezarlıkları, kilisesi ve küçük imalathaneleri vardır. Bu küçük yerleşmelerde ticaret alanı bulunmuyordu. Asıl kent antik kentin üzerinde gelişerek, akropole doğru çekiliyordu. Asıl kentin etrafı yüksek ve kuvvetli duvarların çevrelediği surla tahkim edilmiştir. Surların içinde tarımsal faaliyetlere hemen hiç yer verilmemiştir. Antik kentte mezarlıklar surların dışında yer almasına karşılık, çok parçalı Bizans şehrinde mezarlıklar hem sur içinde hem de sur dışında yer alabiliyordu. Yine bu tip kentlerde, büyük boyutlu kamu yapıları inşa edilmemiş, Helenistik ve Roma Dönemi’nden kalan kentsel donatı öğeleri kullanılmıştır. Bu tip kent modelleri içerisinde Sardis, Priene, Pergamon, Ephesos ve Konstantinopolis gösterilmektedir.
İkinci model kentler ise “Kale Kent Modeli” olarak tanımlanmıştır. Bu tip kentlerde, yerleşme alanının büyük bir bölümü surların içinde kalmaktadır. Surlar Antik Dönem’den kalabileceği gibi Bizans Dönemi’nde de inşa edilmiş olabilir. Çok parçalı kentten farklı olarak surun çevrelediği alan küçük olup, daima bir iç kaleye sahiptir. Ayrıca ticaret alanı daha düzenli bir biçimde olup, bazen sur içinde bazen de sur kapılarına yakın olarak inşa edilmiştir. Bizans şehirlerinin önemli bir unsuru olan panayır yeri, dinlenme ve toplanma yerleri surların dışındadır. Şehirler geliştikçe surların dışına doğru taşmalar da olmuş, zamanla kentler çok parçalı görünüm almıştır. Ayrıca çok parçalı kent modelindeki gibi tarım alanları surların dışındadır. Iconium (Konya), Caesareia (Kayseri), Attaleia (Antalya), bu kent modeli içerisine girer.
Bu iki kent modelinin dışında yine hiçbir fiziki özelliği olmayan yerleşmeler de vardır. Bunlar daha çok küçük köy türündedir. Şehir halini alamamış, kırsal yerleşme niteliğindedir. Kayseri yakınlarındaki Şar Komana, Erciyes dağının güney eteklerindeki küçük yerleşmeler de bu niteliktedir.[1]
Cyril Mango ise Bizans dünyasının kent modelini iki gruba ayırır. Birinci gruptaki kentler; tamamen bir Helenistik ya da Roma kenti üzerine kurulmuş, onların yapım malzemesi ile irili ufaklı Hristiyani yapılar ortaya çıkarmış modeldir ve bu gruba, Gerasa, Efes, Bergama, Milet ve Sard gibi kentleri dahil eder. İkinci grup ise, yine bir Helenistik ya da Roma kenti üzerine kurulmuş ama Bizans Döneminde önemli yapı faaliyetleri ile Bizans Kenti diye adlandırdığı gruptur. Bu kentler daha çok ufak boyutlu bir gruplamayı oluşturur. Bu gruba dahil ettiği kentler ise, Prima İustiniana(Çariçin Grad), Rusafa/Sergiopolis, Dara ve Zenobia’dır.
Antik bir kentken 4. ve 5. yüzyıllarda çok büyük boyutlu bir metropolise dönüşen Konstantinopolis’in durumu ise kendine özgüdür.
Kentlerin Ekonomik Durumu
Hıristiyanlığın kabul edildiği 4.yüzyıl başında Anadolu kentleri imparatorluğun son 50 yıldır içinde bulunduğu zor koşullara rağmen hem fiziki görünüşünü hem de kent kurumlarını korumaktadırlar. Ancak bu dönemden sonra kentlerin durumu değişmeye başlar. 4-7 yüzyıllar arasını kapsayan bir süreç içinde kent kurumlarının yavaş yavaş önemini yitirip yok olduğu, bu kurumların ve antik dönem kent anlayışının ürünü olan fiziksel yapının değiştiği gözlenir. Kuşkusuz bu değişimin arkasında dönemin ekonomik ve sosyal koşullarının etkisi vardır. 3. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak imparatorluk ekonomisinin gerilemesi, merkezi desteğe sık sık ihtiyaç duyan kent bütçelerini de olumsuz etkilemiştir. Bu süreç kenti gerek ekonomik gerekse yönetsel olarak destekleyen yerel aristokrasinin, önce kentten sonra yönetimden uzaklaşması ile daha da hızlanmıştır. Roma barışının bozulması ile kentlerin yeni surlara ihtiyaç duyması, zaten azalmış olan kent bütçesinin önemli miktarının bu tür askeri kalemlere aktarılmasını gerektirmiştir. Bu nedenlerle antik kentlerde anıtsal dokunun korunması güçleşmiştir.
Orta Çağ Bizans kentlerinin ekonomik bakımdan zayıfladığı, kentlerin para sıkıntısı çektiği, hatta ekonominin temel unsuru olan paranın azlığı sebebiyle, alış ve satışların trampayla yapıldığı tarihçiler tarafından belirtilmektedir. Şehirlerdeki ekonomik zayıflık bölgelere göre değişmekle birlikte, Piskoposluk merkezleri daha canlı bir ekonomik yapıya sahip olmuştur. Şehirlerin zayıflamasının temel nedenleri arasında şehirlerarası ticaretin azalması, ticaretin İtalyan şehirlerine ait kolonilerin kontrolünde olması ve Doğu’da başlayan Arapların fetih hareketi sonucunda şehirler istikrarlarını kaybetmiştir. Hatta bazı şehirler Türk fethi başlamadan önce terk edilmişlerdir. Bu şehirlere atanan piskoposlar, görev yerlerine gitmemiş, başkent İstanbul’da hayatlarını sürdürmüşlerdir. Bizans Dönemi’nde İstanbul dışındaki kentlerin sosyal ve dini içerikli yapılar bakımından pek gelişmedikleri, kentlerde sosyal hayatı destekleyen yapıların az olması şehirlerin tanımına da farklılıklar getirmiştir. Bu dönemde sadece başkent Konstantinopolis, “Polis” yani şehir olarak adlandırılmaktadır.
Kişi başına GSYİH, Dünya Bankası ekonomisti Branko Milanovic tarafından, yaklaşık 1000 yılı civarında (II. Basileios döneminde) zirveye ulaşan 1990 Uluslararası Doları (enflasyon hesaba katılarak verilen daha modern tanım) biriminde $ 1071.94 ile $ 1375.65 arası tahmin etmektedir. Bu günümüz dolar karşılığı $1247 ile $1412 aralığına karşılık geliyor. O tarihlerde Bizans nüfusunun 12 ila 18 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir.Bu, günümüz şartlarında $15 ile $25 dolar arasında bir toplam GSYİH üretir.
Kentler Arası Ulaşım
Bizans Dönemi’nde şehirler arasındaki ulaşımı sağlayan yollar bakımsız ve güvensizdi. Hatta, başkent İstanbul ve çevresinde de ulaşımı sağlayan düzenli bir kara yolu yoktu. Deniz kıyısında bulunan şehirler arasındaki ulaşım deniz yoluyla sağlanıyordu. Ancak denizlerde gerçek hakimiyet İtalyan cumhuriyetlerinden Cenova ve Pizzalıların elindeydi. Haçlı seferleri sırasında, orduyu Anadolu’ya taşıyan İtalyanlar bu sayede Anadolu kıyılarında birçok alana yerleşmiştir. Bunun sonucunda, Latinler Bizans üzerinde hakimiyetlerini genişletmişlerdir. İtalyanlar yerleştikleri yeni yerlerde koloniler kurmuşlar ve kısa zamanda kentlerin gerçek hakimi durumuna gelmişlerdir. Böylece Bizans İmparatorluğu İtalyan ticaret kolonilerinin denetimleri altına girmiştir. Ticari bakımdan şehirlerin İtalyanlarca sömürülmesi fiziki yapılarını da etkilemiş, özellikle X. yüzyıldan itibaren şehirler kendilerine has fiziki yapı özelliklerini kaybetmiştir. Bu yüzyıldan itibaren İtalyan ticaret kolonileri şehir dokuları içerisinde yer almaya başlamıştır. Özellikle kıyı bölgelerinde koloniler kentlerin merkezinde kurulmuştur. İtalyanlar kendilerine tanınan gümrük vergisi muaflığı ile şehirlerde hakimiyetlerini pekiştirmişlerdir. İtalyanların şehirdeki hakimiyetleri Bizans İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar devam etmiştir.
Nüfus
Şehirlerin bu kadar küçülmesinde nüfusun dolaylı da olsa etkisi vardır. Bizans Dönemi şehirlerinin nüfusları hakkında kesin tespitler olmamasına karşılık, genellikle kentlerin nüfusu 100.000 ve yukarısı olarak gösterilmektedir. Fakat şehirlerin içinde bulundukları olumsuz ortam içerisinde, bu sayıda bir nüfusa sahip olamayacakları söylenebilir. Ayrıca XIII. yüzyıldaki refah ortamında dahi şehirlerin çoğu nüfus bakımından bu sayıya ulaşamamıştır. Genellikle başkent İstanbul nüfus bakımından yoğunluk göstermekle birlikte, diğer şehirlerde ters orantılı olarak nüfus artışı olmadığı kentlerin gelişim çizgilerinden de anlaşılmaktadır. Bu da taşra şehirlerinden başkente doğru göçün olduğu anlamına gelmektedir.
Mimaride Kullanılan Malzeme
Bizans mimarisi her yerde en uygun gördüğü yapı malzemesini en uygun biçimde işleyerek kullanmıştır. Nitekim İstanbul’da kesme taş ve aralarda tuğla hatıllı yapı tekniğine karşılık, İç Anadolu’da ve hatta Trakya’da yalnız tuğlanın kullanıldığı görülür. Batı Anadolu’nun Akdeniz kıyılarının batı kesiminde eski yapılardan devşirme taşların gelişigüzel kullanılmasına karşı, Güneybatı Anadolu’da eski Lykia’da doğal moloz taşların işlenmeksizin duvar örgülerine yerleştirildiği görülür. Halbuki daha doğuda Eski Kilikia bölgesinde ana duvarlar küçük ölçüde kaba yontulmuş kesme taşlardan, kemer, tonoz gigi aksam ise daha muntazam ve daha iri taşlardan yapılmıştır. Kayseri dolaylarında ve Karadeniz’in doğu kesiminde ise yapılarda sadece muntazam işlenmiş kesme taşlar kullanılmıştır. Bu malzeme ve tekniklerin dışında Bizans devrinde İç Anadolu’nun büyük bir kısmında, arazinin içinin oyularak kat kat evler, manastırlar ve kiliseler meydana getirildiği de bilinir ki bu da başlı başına bir ‘’mağara’’ tekniğinin varlığını ortaya koyar. Ahşabın bol olduğu bölgelerde ve Anadolu’nun en eski devirlerinden beri önemli bir yapı malzemesi olan kerpicin Bizans devrinde ne ölçüde kullanıldığını şimdilik bilemiyoruz. Bizans sanatı 1000 yıllarından itibaren ise gittikçe artarak taş ve tuğla yardımı ile dış süslemeye önem vermiştir.
Gerasa Kenti (Jerash)
Ceraş Ürdün’ün Ceraş ilinin merkezi olan şehirdir. Şehir, ülkenin kuzeyinde başkent Amman’a 48 km uzaklıkta yer almaktadır.
Helenistik bir yerleşimdir ama gelişimi Roma devrinde gerçekleşmiştir. İ.S. 1. yüzyılda 1000 yarda uzunluğunda düz, sütunlu ve cardolu ızgara modeli örnek alınarak kurulmuştur. Aynı zamanda 210’ar alanı kaplayan kentin tümü surlarla çevrelenmiştir. Hadrian döneminde, kentin kapalı alanını üçte bir oranında büyütmek için surları güneye doğru genişletmek üzere bir plan yapılmış ama hiç uygulamaya konulmamıştır.
Halka açık yapıların en görkemlileri 1. yüzyılın sonu ve 2. yüzyılda yapılmıştır.
Gerassa, güneydeki 3000 kişilik, kuzeydeki daha küçük iki tiyatro; kentin güney kısmındaki Zeus için (İ.S.163) diğeri cardoya bakan, temenos ve müştemilatı ile geniş bir alana yayılmıştır. Buradaki iki anıtsal tapınak; çok sayıda hamam yapısı, zarif bir nymphaeum (İ.S.191) ve surların dışındaki yaklaşık 15.000seyirci alabilen hipodrom (tarihi kesin belli değil belki Severus dönemi) ile süslenmiştir.
Diokletion döneminde de, güney tetrapylonun çevresine ticaret merkezi ya da Pazar işlevi görecek yuvarlak bir plaza yapılmıştar.
Gerasa 4. yüzyılda piskoposluk merkezi olmuş ama aslında yapıların bir tarihi hakkında 5. yüzyıl ortalarına kadar kesin bir şey bilinemez. Kentteki Zeus ve Arthemis aynı tarihlerde işlevini yitirmiş ama yıktırılmamıştır. Arthemis Tapınağı’nın güneyinde, kullanılmadığı için daha önceki bir tarihte yıkılmış olan çok tanrılı dinlere ait bir mekan bulunmakta; bunun yerini, çok büyük boyutlu bir Hıristiyan yapı topluluğu bulunmaktadır. Çok sayıda birbirini izleyen teraslar üzerine kurulmuş olan yapı topluluğuna İ.S. 2. yüzyılda eklenen anıtsal bir giriş açıklığından geçilirdi. Merdivenlerden çıktıktan sonra, muhtemelen 4. yüzyılın 2. yarısına tarihlenen bir katedralin arka duvarı ile karşılaşılır. Yapı devşirme malzeme kullanılarak yapılmıştır. Daha batıda, ortasında bir çeşme bulunan sütun dizili açık bir avlu bulunmaktadır. Burada Aziz Theodoros’a adanmış 494-496 tarihli birincisi kadar büyük boyutlu ikinci bir bazilika yer almaktadır. Bazilikaların kuzeyinde, çok sayıda oda (muhtemelen din adamlarının kullanımı için tesis edilmiş), bunların bitişiğinde de Piskopos Plakkos tarafından 454-455 tarihinde yaptırılıp, 580 yılında onarılan bir hamam yer almaktadır (yine din adamlarının kullanımı için yapılmış olsa gerek).
Bu piskoposluk yapı topluluğu ile Arthemis Tapınağı’nı karşılaştıracak olursak; çok geniş bir avlunun ortasında yer alan tapınak her yönden görülebilmesi amacıyla yapılmıştı. Hıristiyan
yapı topluluğuna gelince, her bir yandan böylesine sıkıştırılmış bazilikaları dışarıdan görmek neredeyse olanaksızdır. Bu gözlen erken Hıristiyan kiliselerinin çoğunluğu için geçerlidir.
Gerasa’da zamanla başka kiliseler de ortaya çıkarılmıştır. Kentin kuzey kısmında 464-465 tarihli, Marina adında bir hanıma mal edilen, kare içine yerleştirilmiş haç biçimi planlı Peygamberler, Havariler ve Şehitler Kilisesi, kentin güneybatı köşesinde 526 yılında Piskopos Paulos ve Deakon Saul’un hayratı olarak bilinen bazilikal planlı bir martrium (Prokopiskos Kilisesi olarak anlır), 529-533 katedrale ait yapı topluluğunun batısına yakın bir yerde, ortak bir artriumu birlikte kullanan birbiriyle bağlantılı üçlü kiliseler bulunmaktadır. Gerasa’da geri kalan kiliselerin tümü bazilikal planlıdır.
Sivil mimari ile ilgili bilgi oldukça sınırlıdır. Ama sikke buluntuları temel alınınca, hipodromun 6. yüzyıl sonuna kadar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Surların içinde kalan iki tiyatro ile maalesef hiçbir bilgi bulunamamaktadır.
İ.S. 749 yılında şiddetli bir deprem sonucu Ceraş’ın büyük bir bölümü yıkılmıştır. Şehrin yıkım ve kalıntıları yüzlerce yıldır toprağa gömülü kalmış olup 1806 yılında Alman Oryantalist Ulrich Jasper Seetzen tarafından keşfedilmiştir.
Batı Anadolu Kentleri
Gerasa için yaptığımız gözlemler Efes, Bergama, Milet ve Sard gibi Batı Anadolu’nun klasik kentleri için de geçerlidir. Got akınları sırasında (3.yy.) bu kentlerin birçoğu surlarla desteklenmiş ve ciddi bir zarara uğramadan 7. yüzyılın başına kadar ayakta kalabilmişlerdir. Tapınaklar, taşları yapı malzemesi olarak kullanılan taş ocaklarına dönüştürülmüş, kiliseler yaptırılmış, gymnasium ve bouleuterium benzeri yapılar terk edilmiş, ama halka açık hamamlar ve tiyatrolar korunmuştur. Parakende satışlar agoralardan ambalos denilen sütun dizili caddelere taşınmıştır.
Kilise, yoksul evleri, hanlar ve hastaneler yapılmasına önayak olduğundan bağış yapma konusunda halka yönelik hizmetlerde bir patlamadan söz edilebilir.
Diğer bir deyişle, kent dokusu yavaş yavaş değişir ama kent yaşamı Anadolu’da 7. Yüzyılın ilk çeyreğindeki Pers akınları nedeniyle ortaya çıkan büyük akıma kadar yine de sürer. Bu olayı izleyen yıllarda yine kentlerin çoğunluğu terk edilir ve yerlerini dağ tepelerine kurulu kaleler alır. Ayakta kalabilen ender kentler arasında Efes ve İzmir vardır, ama önceki boyutlarına göre oldukça küçülmüşlerdir.
Prima Justiniana Kenti (Cariçin Grad)
Cariçin Grad, İmparator 1. Justinianus’un yapay bir yaratısıdır. Yugoslavya’da bulunan şehir, 530 yılında kurulmuş 615 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Kazılar, şehrin surlarla çevrili, uzunlamasına planlı ve oldukça ufak boyutlarda (uzunluk 550 yarda ortalama genişliken çok 109 yarda), aslında 440 yarda uzunluk ve 109 yardayı aşan genişlikteki Qal’at Saman Manastır yapı topluluğundan biraz daha büyük boyutlu olduğunu gösterir. Şehir planlaması
klasik ve Hıristiyan unsurlarının birleşimidir diyebiliriz. Piskoposluk Katedrali ve Sarayı tüm akropolisi kaplar. Justiniana Prima, Başpiskoposluk Makamı yapılmıştır. Kendisinden çok daha kısa bir decumanusun kesiştiği, sütunlu uzun bir cardo aşağı kenti boydan boya geçer. İkisinin kesiştikleri yerde Gerasa’daki gibi ticaret merkezi olan daire planlı bir piazza yer alır. Cardonun doğusunda dört, batısında bir kilise bulunmaktadır. Bu yapılar kent arazisinin büyük bir bölümünü aralarında paylaşmış gibidir. Bunlardan başka tanımlanabilen tek büyük boyutlu halka açık yapı bir hamamdır. Suyun 12 milden daha uzaktan bir su kemeri ile getirildiği anlaşılır. Mezarlık surların dışında yer alır.
Kısacası burada dinsel yapıların baskınına uğramış antik bir kent ile karşı karşıyayızdır. Eğlence yerleri eksiktir ama bu yerler hiçbir zaman çoğunluğu kırsal kesimden ve yaşamının büyük bölümünü surların dışında geçiren halkın istekleri arasında yer almamış olmalıdır.
Dara Kenti
Mardin’in 30 kilometre doğusunda bulunan Oğuz Köyü’nde yer almaktadır. Tarihte Yukarı Mezopotamya’nın en önemli yerleşim yerlerinden biri olan Dara, İmparator Anastasius’un 507 yılında Doğu Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırını Sasanilere karşı korumak için askeri amaçlı bir Garnizon kenti olarak kurdurmuştur. Kaya içine oyulan yapılardan oluşan ve geniş bir alana yayılan Dara Kenti’nin çevresi 4 kilometrelik bir surla korunmuştur. İç kale kentin kuzeyinde ve 50 m. yüksekliğindeki tepenin üst düzlüğünde kurulmuştur.Ne yazık ki bu kent arkeolojik kazılara konu edilememiştir. Ama önemli miktarda kalıntı hala ayaktadır. Yapım için gerekli taşlar yerel olarak sağlanmıştır. Kentin batısındaki yüzeyleri basamak basamak kesilmiş geniş taş ocakları günümüze kadar gelebilmiştir. Taş çıkarma işlemi bittikten sonra yapılar, gömü yeri olarak kullanılmıştır. Dara’daki kalıntılar Justinianus dönemi mühendisliğinin yeteneklerini kanıtlar. Surlar çok sağlamdır ve doğu tarafı hendeklerle çevrelenmiştir. Kentin içinden geçen nehrin üzerine bir baraj yapılmıştır. Günümüzde kent içinde en dikkat çeken özellik çok büyük boyutlu sarnıçlardır. Bir kilisenin kalıntıları da halen ayaktadır.
İmparator Anastasios’un buraya iki halk hamamı, kiliseler, sütunlu caddeler, mısır depoları ve su sarnıçları yaptırdığı söylenir.
Zenobia (Halabiye) Kenti
Fırat Nehri’ndeki boğazlardan birini koruyan Zenobia Kenti, Palmyra Kraliçesi Zenobia tarafından kurulduğu için tümüyle bir Bizans eseri sayılmaz. Ama Justinianus kenti büyütmüştür ve surların içinde kalan bütün yapılar sanki Bizans dönemine aitmiş gibi görünür. Bir üçgene benzeyen, surlarla çevrili alan çok geniş değildir (doğudan batıya 550 yarda ve nehir boyunca 140 yarda). Ama Justinianus’un himayesinde çalışanların ustalıkları bir kez daha hayranlığımızı uyandırır.
Saldırıya uğraması nedeniyle olanaksız iç kaleye çıkan son derece sağlam duvarların içinde yer alan, üç katlı, taş ve tuğla ile örülmüş, tonozla örtülü nöbetçi kulesi ya da praetoriumun
bazı bölümlerine 14 yüzyıl adeta hiç dokunmadan geçmiş gibidir. Ioannes ve Isidoros tarafından dahice yapılmış dalgakıran için aynı şey söylenemez; çünkü büyük bir bölümü Fırat’ın sularına kapılıp gitmiştir. Cardo ve decumanusun dik açılarla kesiştiği ve dikdörtgen bir formu olan cadde planlaması kentin durumunun el verdiği ölçüde düzenlidir.
Halka açık yapılar içinde en az iki kilise ve bir hamam vardır. Yapım tekniklerinin sağlamlığı Zenobia’nın askeri kişiliği ile çok uyumludur. Bu tanıttığımız Bizans kentleri Eski Çağ ya da modern dönem ölçülerine göre oldukça küçüktür. En büyükleri Dara (çapı en geniş yerde 1100) birincil stratejik öneme sahip kabul edilen ve çağ dışı kaynaklarda çok büyük denilen bir kenttir. Bu da Konstantinopolis’in kendine özgü durumunu değerlendirebilmemiz için bize ilginç bir karşılaştıra ölçütü sağlar.
Konstantinopolis
330 yılında kuruluşu törenlerle kutlanan Konstantinus’un kentinden neredeyse günümüze hiçbir şey gelememiştir. Ama biz yine de bu kent hakkında elde bulunan eski belgelerden/verilerden bir bilgi sahibi olabiliyoruz.
Cyril Mango’nun dediğine göre Konstantinopolis yeni bir yaratıcılık örneği değildir; neredeyse kuruluşu İ.Ö. 7. yüzyıla kadar giden eski bir kentin genişletilmesi ve son olarak da Septimius Severus tarafından yeniden yaptırılması ile oluşmuştur.
Bu yeni kentin düzeninin büyük bir bölümünü hipodromu, Zeuksipos hamamları, agorası ile Severus’un kenti belirlemiştir. Hipodrom sadece bir eğlence merkezi değil, aynı zamanda imparatorluk törenleri için de kullanılmak istenmiş, böylece oldukça büyük tutulmuştur (550 yardaya kadar uzatılmıştır). Biçimi tamamen geleneklere uygundur: bir firkete biçiminde yerleştirilmiş oturma sıraları, arenayı ayıran heykel ve dikili taşları, alçak bir duvar (spina), ve güneydoğu kanadının ortasında imparatorluk balkonu (kathisma). Büyük Saray kathisma ile bağlantılıdır. Burası kent içinde bir kent gibidir. Neredeyse Rusaffa ile aynı büyüklükte bir alanı kaplar. Saray, tek bir yapı olarak değil de galeri katlarıyla birbirine bağlanan ve bahçelerle ayrılan salonlar, küçük köşkler ve kiliseler topluluğu seklindedir. Hipodrom, saray ve Zeuksippos Hamamları’nın çevrelerine, halka açık ek binalar yapılmıştır(Örn. Senato Binası). Bu merkezden geniş sütunlu bir cadde batıya doğru devam eder, ortasında somaki taşı bir sütunun taşıdığı Apollo-Helios’un heykeli bulunan oval bir forma açılırdı. Bu sütun üzerindeki heykel olmaksızın, günümüze kadar gelmiştir. Kaidesi Türk taş işçiliğinde yapılmış bezemelerle kaplıdır. Konstantinopolis’in kentsel gelişimi çok hızlı gelişmiştir ve öyle ki kuruluşundan birkaç 10 yıl sonra halkın yaşadığı yerler surların dışına taşmıştır. II. Theodosios kenti, barbar saldırılarından koruyabilmek için 413 yılında tamamlanan daha geniş bir dizi sur duvarı daha yaptırmıştır. 7. yüzyılda Blakhemai’deki Meryem Ana Kilisesi’ni korumak için eklenen küçük bir eklenti dışında surların bir daha genişletilmesine gereksinim duyulmadı. Theodosios’un surları hala ayaktadır. 425 yıllarında Konstantinopolis hakkında kısa bir istatistik bilgi derlenmiştir. Kısalığına karşın bu belge çok değerlidir. Çünkü bölündüğü 14 bölgenin her birinin özelliklerini sıralar ve bizlere bazı toplam sayılar verir. Bunlar; 5 imparatorluk sarayı, 14 kilise, 8 halk hamamı, 2 bazilika, 4 forum, 2 tiyatro, 4 liman, 4 sarnıç, 322 cadde, 4388 domus (özel yaşam yerleri), 52 sütun dizisi ve 153 özel hamam. İzleyen yüzyıllarda kiliselerin sayısı inanılmaz oranda artar. Kent, en geniş sınırlarına 413 yılında erişmekle kalmamış, halka açık kullanım birimlerinin belli başlı eserlerinin çoğunluğu da Erken Hıristiyan döneminde yaptırılmıştır. Bu yapılara İmparator Valens’in su kemeri, çok büyük boyutlu üç açık sarnıç (Aetios, Aspor ve Aziz Mokios) ile en büyükleri Philoksenos Sarnıcı ve Cisterna Basilicası’nın (her ikisi de Justinianus döneminden) da aralarında bulunduğu kapalı sarnıçların çoğu dahildir. Aynı durum meydanlardaki onursal sütunlar ve anıtlar için de geçerlidir: hiç biri 6. yüzyıldan daha geçe tarihlenemez.
Bir sonuç çıkaracak olursak; ilk olarak Konstantinopolis’in kendine özgü durumu bir kenara bırakılacak olursa, İmparatorluğun kırsal nüfusunun büyük çoğunluğunun antik kentlerde yaşamaya devam ettiği söylenebilir.
İkinci olarak bu kentler gözlemlediğimiz dönemde belirgin bir bir şekilde küçülmüyorlarsa da gelişmiyor, üstelik de ulaşabilecekleri en varlıklı dönemlerini çoktan geride bırakmış gibi görünüyorlar.
Üçüncüsü, 4. yüzyılda kent yaşam biçiminde de birden bire ortaya çıkan bir değişim saptanmıyor, aksine yavaş ilerleyen bir gelişmeye tanık olunuyor. En belirgin gösterge dinin değişmesidir ama bu da bir gecede olup bitmiyor. Tapınaklar henüz terk edilmemiş, hemen yıkılmamıştır. Dükkanlar, agoralardan sokaklardaki üstü örtülü, önü sütunlu, açık yerlere taşınmış. Eğlence ve spor alanında gymnasiumların ve stadiumların modası geçmiş daha çok hipodrom ön plandadır. Tiyatrolar sadece trajedi ya da komediler için değil, mim, pandomim gösterileri ve halka açık toplantıların yapıldıkları yerler olarak devam etmiştir. Buradaki kargaşanın sıklığı, gösterilerin ahlak kurallarına aykırılığı ve kilisenin hoşnutsuzluğu giderek tiyatroların terk edilmelerine neden olmuştur.
Cehaleti bilmek, bilgi için büyük bir adımdır.
İoannis Hrisostomos