Cumhuriyet’in Temel Felsefesinde ”Anadoluculuk”

Arkeoloji, Batı dünyasında uluslaşma ve ulus bilinci oluşturmanın önemli bir aracı olarak görülmüş ve bağımsızlığını kazanan her yeni devlet, koptuğu imparatorluktan ayrı bir kimliği olduğunu kanıtlamak için arkeolojik çalışmalara ağırlık vermiştir. Oluşmakta olan ulusların tamamına yakını, kendi kimliğini etnik bir kökene bağlamış ve bu nedenle devletin arkeoloji politikası, seçilen etnik kimliğin araştırılması üzerine yoğunlaşmıştır. Bu durum ister istemez, geçmişe bakış açısına ”biz” ve ”diğerleri” olarak bir seçicilik getirmiştir. Örneğin Yunan arkeolojisi, Bizans döneminden sonra, sonrasını tümüyle göz ardı ettiği gibi, Akha göçlerinden önceki tarihöncesi süreci de çok yakın zamanlara kadar ”öteki”leştirmiştir. Aynı şekilde, arkeolojik çalışmalara büyük önem veren İsrail, daha bundan birkaç on yıl öncesine kadar, İbrani kültürü ve Tevrat’la bağlantılı olmayan dönemlere ait arkeolojik kazılarda bulunan eserlerin ülke dışına çıkmasını engellememekteydi. Aynı durum tüm Balkan ülkeleri için de söylenebilir. Hemen hemen tümü, Osmanlı dönemini yok saymış, kimi Romanya gibi geçmişini Roma İmparatorluğu’na, kimi tarihöncesine dayamış ve bu nedenle özellikle 20. yüzyılın son çeyreğine kadar topraklarında yaptıkları ya da yaptırdıkları arkeolojik çalışmalarda kültürel seçicilik her zaman ön plana çıkmıştır.

Bu süreci yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopan ülekelerle sınırlı olarak düşünmek yanlıştır. Bu küresel bir olgudur. İspanya’dan bağımsızlığını kazanan Güney Amerika cumhuriyetleri de, kimlik oluşturmada İspanyol öncesi dönemi yadsımaz bir şekilde ön plana çıkarmış; örneğin Meksika bağımsızlığını kazanmasının hemen ardından, 1834 yılında arkeolojik kazılara yönelmiştir. Ancak bütün bunlar bir etnik oluşumla bağlantılı olduğundan, topraklarında bulunan kültürlere yönelik belirgin bir seçiciliği getirmiştir. Bazı ülkeler bu yaklaşımı abartarak, ”öteki” olarak gördüğü kültürlere yönelik araştırmaları sınırlamış ve hatta yasaklamış, bazıları ise bilimsel araştırma izni ve desteği vermede seçici olmasalar bile, bunun topluma yansıtılmasında seçiciliği getirmişlerdir.

Bu bağlamda Atatürk’ün ulus oluşturma politikasında seçtiği yol tümüyle farklı bir çizgidedir. Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde yeni bir devlet ve bu devleti sahiplenecek bir ulus oluştururken ”Türk” tanımını ve kimliğini, Orta Asya’daki etnik kökenle değil, Cumhuriyet’in kurulduğu toprakların geçmişiyle özdeşleştirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu dağılma sürecine girdiğinde, imparatorluğun bünyesinde bulunan ve farklı diller konuşan topluluklar, çoğu kez dış etkenlerle uluslaşmaya başlamışlardır. Uluslaşamayan, imparatorluğun çekirdeğini oluşturan ve sahiplenicisi olan Türkçe konuşan topluluklar olmuştur. Nitekim bir ulus adı olarak ”Türk” sözcüğü ilk kez 1875 yılında önerilmiş, o yıllara kadar Osmanlılar için bile kötü, barbar kavramıyla özdeşleşen Türk sözcüğünün ulus adı olması, yadsımanın dışında tepkiyle karşılanmıştır. Kırım Savaşı’ndan itibaren Osmanlı ordularının sürekli yenilgiye uğrayarak Türkçe konuşan toplulukların en yoğun olduğu bölgeleri de kaybetmesi, sayıları milyonları aşan göçmenlerin sürekli olarak yer değiştirmesi, ister istemez Türkçe konuşan toplulukların özgüvenini sarsmış durumdaydı.

Atatürk bu çöküş sürecini yaşamış biri olarak, özgüvenini yitirmiş bir topluluğu ayağa kaldırıp ”ulus”a dönüştürebilmek için yeni bir kimlik yaratma durumundaydı. Önüne konan seçeneklerin içinde, bugün Turancılık ya da Pan-Türkizm olarak bilinen Orta Asya’daki köklere dayalı bir ulus kavramı bulunmaktaydı. Atatürk bunun gerçekci olmadığını ve bu yönde gitmenin daha da büyük yıkımlara yol açacağını görmüş, Anadolu toprakları üzerinde bu toprağa dayalı yeni bir kimlik oluşturmaya çalışmıştır. Bu nedenle ulus kavramını Anadolu toprağına bağlayabilecek yolu seçmiş, o yıllarda yazısı tam olarak okunamayan Hitit, Sümer gibi eski uygarlıkları Türk kimliği ile özdeşleştirerek Anadolu’nun geçmişini en eski çağlardan günümüze kadar hiçbir seçicilik yapmadan yeni ulusun kimlik arayışına oturtmuştur.

20.yüzyılın ilk yarısı için billimsel araştırmalarda etnik ya da din kökenli seçicilik yapmayan ender ülkelerden biri Türkiye Cumhuriyeti’dir. Ancak bu bağlamda öylesine güçlü bir önyargı vardır ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin Yunan, Roma, Bizans gibi kültürlerin araştırılmasını engellediği yaygın bir söylem olarak ortalıktadır. Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kurulduğu yıldan, Yunanlılarla ve bütün Batı uluslarıyla savaştan çıktığı daha ilk yıllardan itibaren Ankara Hükümeti, değil Helenistik-Roma, Bizans araştırmalarına bile her türlü kolaylığı sağlayarak izin isteyenleri bile şaşırtmıştır.

Teos Antik Kenti

Ankara Hükümetinin ilk verdiği kazı izni, Fransız M. Laumonier ve M. Bequignon’un, İzmir Teos için istemiş oldukları kazı iznidir. Bu izin Lozan Anlaşması’nın imzalanmasından bir ay sonra, Büyük Millet Meclisi’nin resmi açılışından önce verilmiş ve 1923 yılı eylül ayında kazı çalışmaları başlamıştır. Tüm Cumhuriyet tarihi boyunca da her yıl verilen kazı izinlerinin dökümüne bakıldığında, Helenistik, Roma ve Bizans araştırmalarının her zaman çoğunlukta olduğu, en az araştırılan dönemin ise Türk-İslam dönemi olduğu açıklıkla söylenebilir. Atatürk’ün bu felsefesi, bugün ”Anatolizm” olarak tanımlanan ve devletin kurulduğu toprağı bütün geçmişiyle benimseyen bir tutumdur. Bu yaklaşım ancak günümüzde diğer ülkeler tarafından benimsenebilmiştir.

Total
5
Shares
1 yorum
Bir cevap yazın

Benzer İçerikler