Arkeoloji, dediğimizde akla ilk gelen kazı bilimidir. Diğer bir tanımıyla, geçmiş uygarlıkların bilimsel veriler ışığında sebep sonuç ilişkisine dayanarak insan eli değmiş eserleri gün ışığına çıkarmak ve bunları insanların bilgisine sunmaktır. Bunu yaparken de birçok yazılı ve görsel kaynakları irdeleyip, uzun araştırmalar ve kazılar sonucu tüm nesneleri gelecek kuşaklara ulaştırmayı amaç edinmiştir. Türkiye arkeolojisi hakkında konuşacak olursak; öncelikle Türkiye’nin dünya üzerindeki yerine bakmamız gerekmektedir.
Türkiye, eski ve yeni ticaret yolları üstünde olması, verimli topraklara sahip olması, üç tarafının denizlerle çevrili olması, önemli dağlara ve nehirlere sahip olması, yer altı kaynaklarının zengin olması, ikliminin yaşamaya uygun olması, iki önemli boğaza ve Asya Avrupa ve Afrika üçgeninin tam merkezinde olması itibariyle özel bir konuma sahiptir. Şüphesiz eski çağlarda da Anadolu bu kadar kıymetliydi. Pahalı bir toprak parçası üstünde oturduğumuz için şimdi olduğu gibi eskiden de birçok medeniyet bu topraklar üstünde yükselmiştir. En büyük imparatorluklar yine bu topraklar üstünde inşa edilmişti. Hititler, Yunanlılar, Persler, Büyük İskender, Roma İmparatorluğu akabinde Bizans ve son olarak da dünyaya hükmeden Osmanlı imparatorluğunu sıralayabiliriz. Anadolu, dünyada arkeolojinin başkentidir. Dünyayı yöneten imparatorluklara baktığımızda mutlaka bu yolun Anadolu’dan geçtiğini görüyoruz. Yani büyük bir devlet olmanın anahtarı Anadolu idi.
Anadolu dünyada rekabet edilemeyecek kadar zengin kaynaklara sahiptir. Bu konuda adeta açık hava müzesini andırmaktadır. Her karış toprağı tarih kokan Türkiye taşıyla, toprağıyla, kültürüyle arkeolojisi ile bilimsel araştırmalara kendine yetecek kaynağa sahiptir. Yer altı arkeolojisine baktığımızda tarihin akışını değiştirecek olan toprağa vurulan her kazma tarihi yeniden yazacak bilgiler elde etmemize olanak vermektedir. Yine gün yüzüne çıkan güneşle buluşan medeniyetlerin izine her ilden her kasabadan rastlamak mümkündür.
Peki Türkiye’de arkeoloji hangi konumda? Bu kadar arkeolojik zenginliğin içinde arkeoloji fakirliğimi çekiyoruz? Arkeolojiye hak ettiği değer veriliyor mu?
Bunları anlamanın en basit yollarından biri de müzelere, ören yerlerine, antik kentlere göz atmamızdır. Türkiye’de arkeolojinin kanayan yaralarının başında ilgisizliği ve tahribatı söyleyebiliriz. İlgisiz bir toplum arkeolojiyi kafasında bitirmeye başlamıştır. Bundan sonra da tahribat kaçınılmazdır. Kaderine terk edilen arkeoloji ölü arkeolojidir.
Kaçak kazıların artması sit alanlarının ve ören yerlerinin yeterince korunmaması arkeolojiye verilen en büyük tahribattır. Katman katman uzun yıllar bilimin arsası olan arkeolojik alanların, iş makineleri ile yok edilmesi geleceğe vurulan darbedir. Bir diğer tahribatta gün yüzüne çıkan taşınmaz eserlerin restorasyonunu modern yapıların müteahhitlerine verilmesiyle eserlerin orijinalliğinin kaybolmasına neden olmaktadır. Yerli arkeologlara ve kazılara öncelik vermek, Türkçe araştırma bilimsel yazılara ağırlık vermek, bilimsel kazılara daha fazla ödenek sağlamak, Türk arkeolojisinin gelişmesine katkı sağlamaktadır. Yine definecilere yüklü miktarda paralar ödenmemeli ve defineciler bu işe özendirilmemelidir. Antik kentlerimizi, ören yerlerimizi koruyamazsak arkeoloji başkenti vasfını da kaybedebiliriz. Arkeolojide kazı yapmak tabii ki vazgeçilmezdir. Tabi bunu yaparken de öncelik olarak, var olan ve gün yüzüne çıkarılan eserlerin muhafazasını sağlamak gelecek kuşaklar için en verimli teşhir salonlarında boy göstermesini sağlamamız gerekmektedir.
Örnek verecek olursak; Resimde görüldüğü gibi Komagene Krallığı’na ait Adıyaman Nemrut Dağındaki devasa heykeller yıllara meydan okuyarak iki bin yıldır iki bin metre yükseklikte tüm ihtişamıyla günümüze ulaşmıştır. Açık alandaki eserleri, hava şartlarından sıcaklık farklarından oluşacak çözülmelere karşı korumak zordur, ama imkansız da değildir. Açıkta kalan eserlerin sonradan yapılacak kopyaları ile değiştirilmesi orijinallerinin müzelerde sergilenmesi ya da yerinde hava muhalefetine karşı korunaklı hale getirilmesi, gelecek kuşaklara aktarılması bir sorumluluktur. Yıllara meydan okuyan, ölü kralları zihinlerde ve alanda yaşatan arkeoloji biliminin gelişmesinde ancak alanında kendini geliştirmiş uzmanlar ve okullarda, müzelerde ve çeşitli seminerlerde arkeolojiyi doğru bir şekilde halka anlatarak, arkeolojinin define işi olmadığını, insanların eski çağlardan bu yana kullanmış oldukları alet edavat ve yaşam tarzları hakkında bilgi edinmemiz gerektiğini anlatmalı, arkeoloji olmadan şimdinin ve geleceğin eksik olduğunu anlatacak bireylerin yetişmesi için elimizden gelenin fazlasını yapmalıyız. Geçmiş olmadan gelecek olmaz. Arkeoloji burada adeta köprü görevi üstlenmektedir. Geçmiş geleceğin duvarıdır. Arkeoloji bu duvarın antik taşıdır.
” Arkeoloji dolu günler geçirmeniz dileğiyle… ”